Toparlayalım.
Dün akşam Aşk-ı Memnu’nun finali vardı, milyonuncu kez yayınlandı yine. Benim “guilty pleasure” dizimdir, aşırı düşünmekten beynimin yandığı zamanlarda herhangi bir bölümünü açıp uzaklaşırım kendimden. Düşünmemek de çok yoğun bir mesai istiyor; öyle kanalize olacaksın ki düşünmeme işine, hiçbir düşünce küçücük bir bulut gibi gelip sızamayacak zihnine. Benim için çok zor, mindfulness falan ayağına becerenler vardır belki de. “Aaa şekerim ben hiç kendimi kötü hissettirecek şeyler düşünmem!”
Tanıyor musunuz böyle insanları? Hep en mükemmel, en iyisi o. Çabasızdır, böylesine mükemmel olmak için yaptığı hiçbir şey yoktur ama öyledir işte. Çabalamadığı için siz keriz gibi “nasıl oluyor da böyle oluyor?” diye sorduğunuzda “aaa bilmem ki, bir bakmışım elimi değdirdiğim her yer altına dönüşmüş” diye cevaplar. Kötü hissederken artık bok gibi hissetmeye başlarsınız; o hayatında hiç bok gibi hissetmemiştir, bu yüzden size bok gibi hissetmemeniz için tavsiye veremez.
Biraz -biraz mı?- kıskançlık hissediyorum tabii ki. Sen de benim gibi sıradan ölümlü değil misin kardeşim, nasıl bu kadar iyi olabilir başına gelen her şey? Bize Survivor parkuru gibi gelen hayat sana nasıl sürekli joyride’lar sunabilir? Yalan tabii ki, bir şekilde öğreniyorsun onun da yansıttığı kadar pürüzsüz, pembe şekerler tadında bir hayat yaşamadığını. Peki ben karşında saçım başım dağılmış ağlarken “bilmiyorum, yaşamadım böyle şeyler” diyerek yabancılaşan gözlerle bakmak yerine “evet, zor olabilir, ama geçecek” desen ölür müsün yahu? Belli ki zorluklarını kendine saklıyorsun; sakla istediğin kadar, gelip elini kolunu çekiştirip “ağla ulan!” diye seni sürükleyecek değilim. Ama ben korkmadan duygularımı paylaşırken buzdan duvara dönüşüp bir de üzerine “ay ben bilemicem, hiç öyle şeyler yaşamadım” demene gerek yok aslında.
Aşk-ı Memnu izlememin de böyle bir güruh tarafından yadırganmışlığı vardır: “Ne buluyorsa o dizilerde?” Of, neyse, herkese kendi pembe, tatlış hayatında veya yanılsamasında mutluluklar dilerim.